ÖZET:
- Ziynet alacağı hakkı olduğunu iddia eden kadın eş, varlığını kanıtladığı ziynetlerin kendisinde olmadığını şüpheye yer vermeyecek şekilde ispatlamakla yükümlüdür.
YARGITAY HUKUK GENEL KURULU Esas : 2017/2715 Karar : 2021/360 Tarih : 30.03.2021 |
Taraflar arasındaki "karşılıklı boşanma ve ziynet alacağı” davalarından dolayı yapılan yargılama sonunda, İstanbul Anadolu 14. Aile Mahkemesince verilen asıl davanın reddine, karşı boşanma davasının kabulüne, ziynet alacağı davasının ise reddine ilişkin karar davalı-karşı davacı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 2. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
Direnme kararı davalı-karşı davacı vekilince temyiz edilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:
I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı-Karşı Davalı İstemi:
Davacı-karşı davalı vekili 19.09.2011 tarihli dava dilekçesinde; tarafların 05.05.1993 tarihinde evlendiklerini, ortak iki çocuklarının olduğunu, kadın eşin ortak konutu terk ettiğini, davacıyı ve ailesini küçümsediğini, çalışmasına rağmen birliğe ekonomik destek sağlamadığını, ev işleri ve çocukları ile ilgilenmediğini, müvekkilinin ailesini istemediğini belirterek tarafların boşanmalarına karar verilmesini dava etmiş, 11.11.2011 tarihli karşı davaya cevap dilekçesinde ise; karşı boşanma davasına yönelik ileri sürülen tüm iddia ve savunmayı inkâr etmiş, ziynetler bakımından ise düğünde takılanların her iki tarafa ait olduğunu, bu nedenle 18 yıllık evlilik süresince bu altınların bozdurularak harcandığını belirterek istemin reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı-Karşı Davacı İstemi:
Davalı-karşı davacı vekili 17.10.2011 tarihli karşı dava dilekçesinde; tüm iddiaları inkârla, müvekkilinin evden kovulduğunu, eşi ve ailesi tarafından sürekli şekilde sözlü ve fiziksel şiddete maruz kaldığını, davalının aşırı kıskanç ve baskıcı olduğunu, elbiselerini kestiğini ileri sürerek asıl davanın reddine, karşı davanın kabulü ile tarafların boşanmalarına, velayetlerin anneye verilmesine, müvekkili yararına 750,00TL tedbir- yoksulluk nafakası ile 50.000,00TL maddi, 50.000,00TL manevi tazminat ödenmesine ayrıca düğünde takılan ancak evden atılarak kovulması nedeniyle yanına alamadığı tanesi 10’ar gramdan oluşan 17 adet burma bilezik, 17 adet yarım ve 38 adet çeyrek altının aynen iadesine, bu mümkün olmazsa dava tarihindeki değerlerinin yasal faizi ile birlikte davacıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiş, 28.11.2011 tarihli cevaba cevap dilekçesinde ise; ziynet eşyalarının kadın eşe ait olduğunu, bu ziynetlerin erkek eş tarafından evlilik birliği içerisinde bozdurulduğunun cevap dilekçesinde kabul edildiğini belirterek ziynetlerin aynen iadesine aksi hâlde 27.075,00TL bedelin tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Mahkeme Kararı:
Kapatılan Üsküdar 3. Aile Mahkemesinin 03.07.2012 tarihli ve 2011/630 E., 2012/497 K. sayılı kararı ile; tarafların evlendikten bir süre sonra erkek eşin ailesiyle altlı üstlü dairelerde oturmaya başladıkları, erkek eşin ailesinin müdahalesine sessiz kaldığı ayrıca eşine şiddet uyguladığı ve hakaret ettiği gerekçesiyle boşanmaya sebep olan olaylarda kadın eşin kusursuz erkek eşinse tam kusurlu olduğu gerekçesiyle asıl davanın reddine, karşı davanın kabulü ile tarafların boşanmalarına, velayetlerin anneye verilmesine, kadın yararına 15.000,00TL maddi ve 10.000,00TL manevi tazminat ödenmesine, ziynet alacağı davasına yönelik yapılan yargılamada ise erkek eş tarafından ziynet eşyalarının satılarak harcandığı hususunun kesin delille ispat edilemediği gerekçesiyle reddine karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 12.11.2013 tarihli ve 2013/12577 E., 2013/26111 K. sayılı kararı ile;
“…Hüküm davalı-davacı (kadın) tarafından; ziynet alacağı ve nafaka miktarları yönünden temyiz edilmekle evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre, davalı-davacı kadının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir.
Düğünde kadına takılan ziynet ve takı eşyaları kim tarafından takılmış olursa olsun, ona bağışlanmış sayılır ve artık onun kişisel malı olur. Bu eşyaların sonradan kadın eş tarafından kocasına verildiği veya koca tarafından bozdurularak paraya çevrilip birlik ihtiyaçları için harcandığı iddia edilirse; iade edilmemek üzere kocaya verildiğinin veya kadının isteği ve onayı ile bozdurulup ev ihtiyaçları için harcandığının koca tarafından kanıtlanması halinde; koca almış olduğu ziynet eşyalarını iade borcundan kurtulur. Somut olayda dava konusu altınların evliliğin devamı sırasında davacı-karşı davalı koca tarafından bozdurulup birlik ihtiyacı için harcandığı, davacı-karşı davalı koca tarafından ikrar edilmiştir. Davalı-davacı kadının ziynetlerin bozdurma işine onay verdiğine ve ziynetlerini kocasına iade edilmemek üzere vermiş olduğunu kabule yeterli delil bulunmamaktadır. Davalı-davacı kadına ziynetlerinin iadesi koşullarının gerçekleştiği kabul edilmelidir. Kocanın ziynetlerin durumu hakkındaki beyanı karşısında, bir kısım tanıkların ziynetlerin bozdurulup dolar cinsinden dövize çevrildiği, bu dövizin de ortak konuttan çalındığı şeklindeki beyanlarına itibar edilemez. Gerçekleşen bu durum karşısında; dava konusu ziynet eşyalarının cins, nitelik, sayı ve dava tarihindeki bedelinin ayrı ayrı belirlenerek; gerektiğinde bu konuda bilirkişi incelemesi de yaptırılarak; gerçekleşecek sonucuna göre isteğin kabulüne karar verilmesi gerekirken; yazılı şekilde reddine karar verilmiş olması isabetsiz olmuştur,...” gerekçesiyle karar oy çokluğu ile bozulmuştur.
Direnme Kararı:
İstanbul Anadolu 14. Aile Mahkemesinin 03.06.2014 tarihli ve 2014/277 E., 2014/413 K. sayılı kararı ile bozma öncesi kararda yer alan gerekçenin yanında; niteliği itibariyle kadında bulunması gereken ziynet eşyasının aile içerisinde ihtiyaç duyulması hâlinde bu eşyaları elinde bulunduran eşin rızası ile bozdurulmasının TMK’nın 185/3 ve 186/3 maddeleri gereğince olağan bir davranış olduğu, eşlerin ekonomik güçleri oranında evin giderlerine katkıda bulunmaları gerektiği, bu nedenle somut olayda ispat yükünün kadın eşe ait olduğu, kendisine ait ziynet eşyalarının rızası dışında ve iade şartıyla elinden alınarak bozdurulduğunu ispat etmesinin gerektiği, eldeki davada ise kadın eşin ziynet eşyasının rızası dışında veya iade şartıyla elinden alınarak bozdurulduğunu ispat edemediği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
Direnme kararı yasal süresi içinde davalı-karşı davacı vekilince temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; kadın eşin ziynet eşyası talebine yönelik davasını ispatlayıp ispatlayamadığı, burada varılacak sonuca göre davalı-karşı davacı tarafın ziynet eşyası davasının kabulünün gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
Uyuşmazlığın çözümü bakımından ispat hukuku yönünden geçerli kurallara değinmekte yarar vardır.
Ziynet; altın, gümüş gibi kıymetli madenlerden yapılmış olup; insanlar tarafından takılan süs eşyası olarak tanımlanmaktadır (Yılmaz, E.: Hukuk Sözlüğü, Ankara 2011, s. 1529).
Karine, belli bir vakıadan, belli olmayan diğer bir vakıa için çıkarılan sonuçtur. Karine söz konusu olduğunda karine temeli ile karine sonucunu birbirinden ayırt etmek gerekir. Karineye dayanan taraf, sadece karine sonucunu ispat yükünden kurtulmuş olur, ancak karine temelini ispat etmek yükü altındadır. Maddi hukukta karineler, kanuni ve fiili karineler olmak üzere ikiye ayrılır. Karineler ispat yükü bakımından önemlidirler. Yaşam deneyi kuralları sonucu oluşan fiili karineyle; ziynet eşyaları; eşler arasında aksine bir anlaşma veya bu konuda yerel bir adet bulunmadıkça evlilik sırasında kim tarafından hangi eşe takılmış olursa olsun kadın eşe bağışlanmış sayılır ve artık onun kişisel malı niteliğini kazanır. Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 05.05.2004 tarihli ve 2004/4-249 E., 2004/247 K.; 04.03.2020 tarihli ve 2017/3-1040 E., 2020/240 K.; 04.11.2020 tarihli ve 2017/3-1512 E., 2020/835 K.; sayılı kararlarında da aynı ilke benimsenmiştir.
Bu noktada kişisel mal kavramının yasal olarak nasıl düzenlendiği üzerinde durulmalıdır. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) “Kişisel mallar” başlıklı 220. maddesine göre “Aşağıda sayılanlar, kanun gereğince kişisel maldır: 1. Eşlerden birinin yalnız kişisel kullanımına yarayan eşya, 2. Mal rejiminin başlangıcında eşlerden birine ait bulunan veya bir eşin sonradan miras yoluyla ya da herhangi bir şekilde karşılıksız kazanma yoluyla elde ettiği malvarlığı değerleri, 3. Manevi tazminat alacakları, 4. Kişisel mallar yerine geçen değerler.” şeklindeki hükümle kişisel mallar sayılmıştır.
Aynı Kanun’un 222/1. maddesi ile de “Belirli bir malın eşlerden birine ait olduğunu iddia eden kimse, iddiasını ispat etmekle yükümlüdür” hükmü düzenleme altına alınarak, ispat yükünün kime ait olduğu hususu belirlenmiştir.
İspat genel anlamda bir iddianın doğru ve gerçek olup olmadığı konusunda hâkimi inandırma faaliyetidir. İspat, kelime olarak tespit etme, belirleme, sabitleme anlamına gelmektedir. Anayasal dayanağı hukuki dinlenilme hakkına dayanan ispat hakkı ancak kanunla sınırlanabilir. Hukuki anlamda ispat faaliyetinde amaç; taraflar arasındaki uyuşmazlığa ilişkin dava tarihinden önce gerçekleşen vakıaların, gerçek olup olmadığı konusunda mahkemeyi ikna etmektir. Dava konusu yapılan hakkın gerçekten var olup olmadığının anlaşılması, maddi hukukun o hakkın doğumunu veya sona ermesini kendisine bağladığı vakıaların doğru olup olmadığının tespit edilmesi sonucunda mümkün olur. Başka bir anlatımla ispat; gösterilen delillerle, hâkimin dışında geçmiş dış âlemde gerçekleştiği iddia edilen olay ve olguların, gerçekte var olup olmadığı hakkında, hâkimde uyandırılan kanaat vasıtasıyla maddi gerçeğin adli gerçeğe dönüştürülmesidir.
İspatın konusunu; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 187/1. maddesine göre, tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek çekişmeli vakıalar oluşturur ve taraflarca bu vakıaların ispatı için delil gösterilir.
Vakıa (olgu) ise, 03.03.2017 tarihli ve 2015/2 E., 2017/1 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında; kendisine hukuki sonuç bağlanmış olaylar şeklinde tanımlanmıştır. İspatı gereken olaylar, olumlu vakıalar olabileceği gibi olumsuz vakıalar da olabilir.
İşte dava konusu hakkın ve buna karşı yapılan savunmanın dayandığı vakıaların doğru olup olmadıkları hakkında mahkemeye kanaat verilmesi işlemine ispat denir. Bir taraf, ancak dayandığı vakıaların doğru olduğunu veya karşı tarafın dayandığı vakıaların doğru olmadığını ispat ederek, davanın kabulünü veya davanın reddini sağlayabilir. Davacı davasında ne kadar haklı olursa olsun, davasını dayandırdığı vakıaları ispat edemez veya ispat eder de davalı bunların aksini ispat ederse davayı kaybeder. HMK ile düzenleme altına alınan emredici hükümlere göre; davacı iddiasının, davalı ise savunmasının dayanağı olan vakıaları ve bu vakıaların hangi delillerle ispat edileceğini dilekçelerinde (m. 119,1/e-f; m. 129,1/d-e) bildirirler. Hâkim ön inceleme aşamasında, tarafların iddia ve savunmaları çerçevesinde anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları tek tek tespit eder (m. 140).
Hâkim, taraflar arasında uyuşmazlık konusu olan vakıaların gerçekleşip gerçekleşmediğini, kural olarak kendiliğinden araştıramaz, davada her bir taraf, iddiasını veya savunmasını dayandırdığı vakıayı ispat etmek durumundadır. Bir davada her iki tarafın da delillerini sunması ve dayandıkları vakıaları ispat etmek için yargılamanın sonuna kadar faaliyet göstermeleri durumunda herhangi bir sorun çıkmayacaktır. Buna karşılık; gösterilen delillerin hâkime dava hakkında tam bir kanaat vermemesi hâlinde veya tarafların kendiliğinden ispat faaliyetinde bulunmayarak ispat yükünün diğer tarafa ait olduğunu ileri sürmeleri durumunda ispat yükünü taşıyan tarafın mahkemece tespit edilmesi önem arz edecektir. Zira hâkim davanın esası hakkında bir karar vermekle yükümlüdür. Hâkim bu hâllerde; ispat yükünün hangi tarafa düştüğünü tespit edecek ve uyuşmazlık konusu vakıayı ispat etmesini isteyecektir. Bu açıdan ispat yükü doktrinde; iddia konusu bir vakıanın gerçekleşmiş olup olmadığının anlaşılamaması sonucunda, vakıanın ispatsız kalması yüzünden, mahkemenin aleyhte kararıyla karşılaşma tehlikesi olarak tanımlanmaktadır.
İspat yükü hakkında genel kural; TMK’nın 6. maddesinde “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür." ve HMK'nın 190. maddesinde de, "İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir. Kanuni bir karineye dayanan taraf, sadece karinenin temelini oluşturan vakıaya ilişkin ispat yükü altındadır. Kanunda öngörülen istisnalar dışında, karşı taraf, kanuni karinenin aksini ispat edebilir." şeklinde iki düzenleme ile hüküm altına alınmıştır. Buna göre ispat yükü; kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir. Her iki düzenlemede birbirleri ile paralel olup, HMK m.190/1 hükmü, TMK’nın 6. maddesine göre daha açık ve üzerinde uzlaşma bulunan bir ifadedir.
Yukarıdaki bentte bahsedilen genel düzenlemeden hareketle, kanun koyucu “…kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça,…” deyimiyle ispat yükünde genel kuralın bazı istisnalarının bulunduğunu belirtmiştir. İşte bu istisnalardan birisi de normal durumun aksini iddia eden tarafın iddiasını ispatla yükümlü olması hâlidir. Normal bir duruma dayanan tarafın bu iddiasını ispat etmesi gerekmez; bilakis, ispat yükü bu normal durumun aksini ispat eden diğer bir ifadeyle hayatın olağan akışına aykırı iddiada bulunan tarafa düşer.
Uyuşmazlık konusu ziynet eşyaları; rahatlıkla saklanabilen, taşınabilen, götürülebilen türden eşyalardan olduğu için ziynet eşyalarında olağan olan, bu eşyaların kadın eşin himayesinde bulunmasıdır. Kaldı ki; hayat deneyimlerine göre de olağan olan bu çeşit eşyanın kadının üzerinde olması ya da evde saklanarak muhafaza edilmesidir. Bunların erkeğin zilyetlik ve korunmasına terk edilmesi olağan durumla bağdaşmaz. Bunun aksini iddia eden kadın eş iddiasını ispatla mükelleftir.
Ziynet eşyası davalarında, ispat hukuku yönünden öncelikli kural; davacı kadın eş tarafından dava konusu edilen ziynet eşyalarının, cins, sayı, nitelik ve miktar olarak varlığının kanıtlanmış olması gerekliliğine ilişkindir. Ziynetlerin varlığını bu şekilde ispatlayan kadın eşin ikinci olarak ise; bu ziynetlerin evlilik birliği içinde kendisinden alındığını ve tekrar iade edilmediğini veya bu şekilde elinden alındığına dair bir iddiası yoksa evden ayrılırken bu eşyaları yanında götürmesinin mümkün olmadığını ispat etmesi gerekir. Diğer bir ifadeyle ziynet alacağı hakkı olduğunu iddia eden kadın eş, varlığını kanıtladığı dava konusu ziynetlerin kendinde olmadığını şüpheye yer vermeyecek şekilde kanıtlanmakla yükümlüdür. İşte bu anda; kadın eş, fiili karineyle kişisel malı niteliğinde kabul edilen ziynet eşyalarının kendi himayesinden çıkarak, erkek eşin himayesine girdiğini şüpheye yer vermeyecek şekilde ispatlamış ise artık erkek eş; kadın eşe ait olan ziynet eşyalarının iadesiyle yükümlü olmadığı hususunu ispat yükü altındadır. Borçlar hukuku genel hükümleri uyarınca; asıl olan borçlunun aldığı şeyi geri vermekle yükümlü olduğu kuralıdır. İade edilmemek üzere alındığı hususunda ispat yükü ise yukarıda da açıkça üzerinde vurgulandığı gibi, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa ait olduğuna göre, erkek eş himayesine girdiğini kabul ettiği bu ziynetleri iade etmemek üzere aldığını ispatlamalıdır.
HMK’nın “Karşı ispat” başlıklı 191. maddesine göre “Diğer taraf, ispat yükünü taşıyan tarafın iddiasının doğru olmadığı hakkında delil sunabilir. Karşı ispat faaliyeti için delil sunan taraf, ispat yükünü üzerine almış sayılmaz.” Buradan hareketle; ispat yükü kendisine düşen tarafın yerine getireceği ispat faaliyeti, bu açıdan asıl ispat olarak adlandırılmalıdır. Kendisine asıl ispat yükü düşen taraf iddiasını ispat edemezse, asıl ispatla yükümlü olmayan karşı tarafın iddiasının aksini ispat etmesine gerek kalmayacak ve o vakıa ispat edilmemiş sayılacaktır. Ancak anılan maddeye göre; asıl ispatla yükümlü olmayan taraf, karşı tarafın iddiasını ispat etmesini bekleyebileceği gibi karşı tarafın iddiasının aksini ispat için delil de gösterebilir. Bu delile ise karşı delil denilir. Burada üzerinde dikkat edilmesi gereken husus; karşı delil sunan tarafın, karşı delil göstermekle ispat yükünü üzerine almış sayılmayacağı hususudur. Asıl ispat yükü kendinde olmayan taraf karşı delil göstermekle sadece, diğer tarafın iddiasını çürütmeye çalışır ve böylece karşı tarafın iddiasını ispat etmesini güçleştirir. Sonuç olarak asıl ispat yükünü taşıyan taraf; iddiasını kendi delilleriyle ispat edememesi hâlinde, sırf karşı delile dayanılmış olması nedeniyle kendi lehine hak çıkarılmasını isteyemez. Tüm bu açıklamalar ışığı altında; ispat yükü kendine düşmeyen tarafın gösterdiği delile karşı delil denir. İspat yükü kendine düşen taraf bir vakıayı ispat ettikten sonra, artık ispat yükü diğer tarafa geçer. Bunun üzerine diğer tarafın o vakıanın doğru olmadığını veya başka bir nedenle geçersiz kaldığını ispat etmesi gerekir. Aksi hâlde davayı kaybeder. İşte bu hâlde, asıl ispat yükü başlangıçta kendisine düşen tarafın ispat ettiği vakıanın aksini ispat için gösterdiği delil 191. madde kapsamında karşı delil değildir, zira asıl ispat yükü kendisine düşen taraf iddiasını kanıtlamış ve “silahların eşitliği” ilkesi gereğince o vakıanın çürütülmesine yönelik ispat yükü diğer tarafa geçmiştir.
Tüm bu genel açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; uyuşmazlık konusu ziynet eşyaları hakkında erkek eş “evlilik birliği içerisinde bu eşyaların bozdurularak harcandığı ancak ziynetlerin miktarının iddia edilen kadar olmadığını” kabul etmiştir. Bu durumda erkek eşin, kadının kişisel malı niteliğinde kabul edilen bu eşyaları iade ettiği veya iade edilmemek üzere aldığı hususunda ispatla yükümlü olduğu, ancak bu yönde ispat yükünü yerine getirmediği anlaşılmaktadır.
Hâl böyle olunca; mahkemece yapılacak iş, kadın eşin dava konusu ettiği ziynet eşyaları hakkında cins, nitelik, sayı ve miktarları yönünden varlığını kanıtlanması amacıyla göstermiş olduğu delillerin toplanması, gerektiğinde tarafların tüm tanıklarının bu konu hakkında yeniden dinlenerek ziynet eşyalarının nelerden ibaret olduğu ile ilgili olaylara dayalı görgü ve bilgilerinin sorulması, varlığı şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde ispatlandığı belirlenen ziynet eşyalarının dava tarihi itibariyle değerinin belirlenmesi için gerekirse bilirkişi incelemesi yaptırılması ondan sonra toplanan tüm deliller değerlendirilerek bir karar vermekten ibaretken, anlatılan hususlar gözetilmeksizin davanın ispatlanamadığı gerekçesi ile reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında bir kısım üyelerce; dava konusu edilen ziynet eşyalarının erkek eş tarafından bozdurularak harcandığı beyanının delil ikamesi olduğu, delil ikamesi niteliğindeki bu beyanla ispat yükünün yer değiştirmediği, direnme kararının bu değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğunca yukarıda açıklanan nedenlerle benimsenmemiştir.
O hâlde, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davalı-karşı davacı vekilinin temyiz itirazının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,
Aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 30.03.2021 tarihinde yapılan ikinci görüşmede, oy çokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY
Özel Daire ile yerel mahkeme arasındaki uyuşmazlık “kadın eşin ziynet eşyası talebine yönelik davasını ispatlayıp ispatlayamadığı, karşı taraf erkeğin iddia edilen ziynet eşyasından bir kısmının 18 yıllık evlilikleri boyunca ailenin ihtiyaçları için bozdurulduğu yönündeki savunmasının ikrar sayılıp sayılmayacağı, buna göre ispat yükünün davalı tarafa geçip geçmediği ve burada varılacak sonuca göre davalı-karşı davacı tarafın ziynet eşyası davasının kabulünün gerekip gerekmediği” noktasında toplanmaktadır.
Yerel mahkemece ziynet alacağı davasına yönelik yapılan yargılamada “erkek eş tarafından ziynet eşyalarının satılarak harcandığı hususunun kesin delille ispat edilemediği” gerekçesiyle ret kararı verilmiştir.
Verilen kararın kadın eş tarafından temyizi üzerine Özel Daire tarafından;
“Düğünde kadına takılan ziynet ve takı eşyaları kim tarafından takılmış olursa olsun, ona bağışlanmış sayılır ve artık onun kişisel malı olur. Bu eşyaların sonradan kadın eş tarafından kocasına verildiği veya koca tarafından bozdurularak paraya çevrilip birlik ihtiyaçları için harcandığı iddia edilirse; iade edilmemek üzere kocaya verildiğinin veya kadının isteği ve onayı ile bozdurulup ev ihtiyaçları için harcandığının koca tarafından kanıtlanması hâlinde; koca almış olduğu ziynet eşyalarını iade borcundan kurtulur. Somut olayda dava konusu altınların evliliğin devamı sırasında davacı-karşı davalı koca tarafından bozdurulup birlik ihtiyacı için harcandığı, davacı-karşı davalı koca tarafından ikrar edilmiştir. Davalı-davacı kadının ziynetlerin bozdurma işine onay verdiğine ve ziynetlerini kocasına iade edilmemek üzere vermiş olduğunu kabule yeterli delil bulunmamaktadır. Davalı-davacı kadına ziynetlerinin iadesi koşullarının gerçekleştiği kabul edilmelidir. Kocanın ziynetlerin durumu hakkındaki beyanı karşısında, bir kısım tanıkların ziynetlerin bozdurulup dolar cinsinden dövize çevrildiği, bu dövizin de ortak konuttan çalındığı şeklindeki beyanlarına itibar edilemez. Gerçekleşen bu durum karşısında; dava konusu ziynet eşyalarının cins, nitelik, sayı ve dava tarihindeki bedelinin ayrı ayrı belirlenerek; gerektiğinde bu konuda bilirkişi incelemesi de yaptırılarak; gerçekleşecek sonucuna göre isteğin kabulüne karar verilmesi gerekirken; yazılı şekilde reddine karar verilmiş olması isabetsiz olmuştur” gerekçesi ile bozulmasına oy çokluğu ile karar verilmiştir.
Yerel mahkemece bozma sonrası yapılan yargılama sonunda önceki gerekçe ve karşı oy yazısındaki “ziynet eşyasının kadına ait olup kişisel eşya niteliğinde olduğu, niteliği itibariyle davacı kadında bulunması gereken ziynet eşyasının aile içerisinde ihtiyaç duyulması hâlinde bu eşyaları elinde bulunduran eşin rızası ile bozdurulmasının olağan olduğu gibi aynı zamanda TMK’nın 185/3 ve 186/3 maddeleri gereğince eş için bir yükümlülük olduğu, bu nedenle somut olayda ispat yükünün kadın eşe ait olduğu, kendisine ait ziynet eşyalarının rızası dışında ve iade şartıyla elinden alınarak bozdurulduğunu ispat etmesinin gerektiği, eldeki davada ise kadın eşin ziynet eşyasının rızası dışında veya iade şartıyla elinden alınarak bozdurulduğunu ispat edemediği, tarafların evlilik birliği içerisinde malvarlıklarından rızalarıyla yaptıkları katkıyı geri isteyemeyeceği, katkının ziynet eşyalarının bozdurularak yapılmasının sonucu değiştirmeyeceği, TMK’nın 186/3 maddesinin somut olayda uygulanmasını engelleyecek hukuki bir gerekçenin de bulunmadığı” gerekçesi ile direnme kararı verilmiştir.
Yerel mahkemenin direnme kararının temyizi üzerine çoğunluk görüşü ile Özel Dairenin bozma gerekçesi olan “somut olayda dava konusu altınların evliliğin devamı sırasında davacı-karşı davalı koca tarafından bozdurulup birlik ihtiyacı için harcandığı, davacı-karşı davalı koca tarafından ikrar edildiği, davalı-davacı kadının ziynetlerin bozdurma işine onay verdiğine ve ziynetlerini kocasına iade edilmemek üzere vermiş olduğunu kabule yeterli delil bulunmadığı, davalı-davacı kadına ziynetlerinin iadesi koşullarının gerçekleştiğinin kabul edilmesi gerektiği” gerekçesi ile bozulmasına karar verilmiştir.
Çoğunluk görüşüne aşağıda açıklanan gerekçeler ve özellikle davacı-karşı davalı kocanın iddia edilen ziynet ve takıların tamamını kabul etmemesi, takıldığı belirtilen bir kısım ziynet ve takının ise evlilik birliği içinde bozdurulduğunu savunması ve bu savunmasının iddia edilen ziynet ve takıların tamamı için ikrar niteliğinde olmaması, ziynet ve takının farklı kavramlar olması ve ispat yükünün yer değiştirmemesi nedeni ile katılınmamıştır.
Öncelikle ziynet eşyası kavramını açıklamak gerekirse;
1. Ziynet, altın, gümüş gibi kıymetli madenlerden yapılmış olup; insanlar tarafından takılan süs eşyası olarak tanımlanmaktadır ( Yılmaz, E.: Hukuk Sözlüğü, Ankara 2011, s. 1529). Ziynet eşyasını evlilik münasebetiyle gelin ve damada verilen hediyeler olarak tanımlamak mümkündür. Bu bağlamda, bilezik, altın kelepçe, kolye, gerdanlık, takı seti, bileklik, saat, küpe ve yüzük gibi takılar, ziynet eşyası olarak kabul edilmektedir (Sağıroğlu, M.Ş.: Ziynet Davaları, İstanbul 2013, s.3).
2. Kadına özgü ziynet eşyaları; eşler arasında aksine bir anlaşma veya bu konuda yerel bir adet bulunmadıkça evlilik sırasında kim tarafından hangi eşe takılmış olursa olsun kadın eşe bağışlanmış sayılır ve artık onun kişisel malı niteliğini kazanır. Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 05.05.2004 tarihli ve 2004/4-249 E. ve 2004/247 K.; 04.03.2020 tarihli ve 2017/3-1040 E., 2020/240 K. sayılı kararlarında da aynı ilke benimsenmiştir.
3. Bu noktada “kişisel mal” kavramının yasal olarak nasıl düzenlendiği üzerinde de durulmalıdır: 4721 sayılı TMK’nın 220. maddesinde;
“Aşağıda sayılanlar, kanun gereğince kişisel maldır:
1) Eşlerden birinin yalnız kişisel kullanımına yarayan eşya,
2) Mal rejiminin başlangıcında eşlerden birine ait bulunan veya bir eşin sonradan miras yoluyla ya da herhangi bir şekilde karşılıksız kazanma yoluyla elde ettiği malvarlığı değerleri,
3) Manevi tazminat alacakları,
4) Kişisel mallar yerine geçen değerler.”
kişisel mal olarak sayılmıştır (HGK. 04.11.2020 gün ve 2017/3-1512 Esas, 2020/835 Karar).
4. Görüldüğü gibi ziynet eşyası olarak tanımlanmayan, yarım ve çeyrek altınlar doğrudan kadın veya erkeğe ait kabul edilemez. Burada takıların örf ve adet sözkonusu ise buna göre kabul edilen eşe ait olacağı, örf adet yok ise kime takıldığı önemli olacaktır.
İspat yükü konusuna gelince;
1.Hukuki anlamda ispat faaliyetinde amaç; taraflar arasındaki uyuşmazlığa ilişkin dava tarihinden önce gerçekleşen vakıaların, gerçek olup olmadığı konusunda mahkemeyi ikna etmektir. Başka bir anlatımla ispat; gösterilen delillerle, hâkimin dışında geçmiş dış âlemde gerçekleştiği iddia edilen olay ve olguların, gerçekte var olup olmadığı hakkında, hâkimde uyandırılan kanaat vasıtasıyla maddi gerçeğin adli gerçeğe dönüştürülmesidir.
2. Dava konusu edilen bir hakkın ve buna karşı yapılan savunmanın dayandığı vakıaların (olguların) var olup olmadıkları hakkında mahkemeye kanaat verilmesi işlemine ispat denir. İspatın konusunu tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümüne etkili olabilecek çekişmeli vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir (6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) m.187/1). Herkesçe bilinen vakıalarla, ikrar edilmiş vakıalar çekişmeli sayılmaz (HMK m. 187/2).
3.Vakıa (olgu) ise, 03.03.2017 tarihli ve 2015/2 E. ve 2017/1 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında; kendisine hukuki sonuç bağlanmış olaylar şeklinde tanımlanmıştır. İspatı gereken olaylar, olumlu vakıalar olabileceği gibi olumsuz vakıalar da olabilir.
4. Diğer taraftan hâkim, taraflar arasında uyuşmazlık konusu olan vakıaların gerçekleşip gerçekleşmediğini, kural olarak kendiliğinden araştıramaz. Bir olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini taraflar ispat etmelidir. Bir davada ispat yükünün hangi tarafa ait olacağı hususu ise 4721 sayılı TMK’nın 6. maddesinde;
"Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür." şeklinde düzenlendiği gibi, usul hukukunun en önemli konularından biri olan ispat yükü kuralı, 6100 sayılı HMK’nın 190. maddesinde de;
"İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir." şeklinde hüküm altına alınmıştır.
5. TMK.’un 222/1. maddesinde ise “Belirli bir malın eşlerden birine ait olduğunu iddia eden kimse, iddiasını ispat etmekle yükümlüdür” hüküm ile de ispat yükünün kime ait olduğu hususu düzenlenmiştir”.
6. Yukarıda bahsedilen düzenlemelerden hareket edildiğinde, ispat yükü hayatın olağan akışına aykırı durumu iddia eden ya da savunmada bulunan kimseye düşer. Olağan olan ziynet eşyalarının kadın eşin himayesinde bulunmasıdır. Bunun aksini iddia eden kadın eş iddiasını ispatla mükelleftir. Ziynet eşyası davalarında ispat hukuku yönünden öncelikli olarak dava konusu ziynetlerin varlığı ve bu ziynetlerin kadın eşte olmadığı şüpheye yer vermeyecek şekilde kanıtlanmalıdır. Başka bir anlatımla kadın eşin ispat yükündeki öncelik, ziynet eşyasına yönelik olarak ziynetlerin varlığını, ispatlamış olmasına ilişkindir.
7. Ziynet eşyası rahatlıkla saklanabilen, taşınabilen, götürülebilen nitelikte eşyalardan olması nedeniyle normal koşullarda ziynet eşyasının kadının üzerinde olduğunun kabulü gerekir. Hayat deneyimlerine göre olağan olan bu çeşit eşyanın kadının üzerinde olması ya da evde saklanarak muhafaza edilmesidir. Bunların erkeğin zilyetlik ve korunmasına terk edilmesi olağan durumla bağdaşmaz. Bunun doğal sonucu olarak; evden ayrılmayı tasarlayan kadının bu eşyaları yanında götürmesi veya gizlemesi veya evden ayrılırken üzerinde götürmesi mümkündür. Bu durumda kadın eşin dava konusu edilen ziynet eşyaları hakkında ilk olarak varlığını, ikinci olarak da varlığı kanıtlanan bu ziynetlerin evlilik birliği içinde kendisinden alındığını ve tekrar iade edilmediğini eğer bu şekilde elinden alınmamış ise evden ayrılırken bu eşyaları yanında götürmesinin mümkün olmadığını ispat yükü altındadır (Y. HGK. 18.11.2020 gün ve 2017/2-2443 Esas, 2020/918 Karar).
8. Kadın eşin ziynet eşyası dışında düğünde takılan takıların ise varlığını ispatı yanında bu takıların örf adet gereği kendisine ait olduğunu veya kendisine takıldığını kanıtlaması gerekir.
İkrara gelince;
1. İkrar, taraflardan birinin kendi aleyhinde hukuki sonuç doğurabilecek nitelikte bir maddi vakıanın doğruluğunu bildirmesidir. İkrardan söz edilebilmesi için, lehine ikrar yapılacak olan tarafın bir vakıa ileri sürmüş olması; diğer tarafında, aleyhinde hukuki sonuç doğurabilecek bu vakıanın doğru olduğunu bildirmesi gerekir. İkrar iradesinin, bunu yapan tarafça şartsız ve herhangi bir kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde ortaya konması gerekir. İkrarla, ikrara konu olan vakıa çekişmeli olmaktan çıkar.
2. Taraf, hasmın iddiasının ya da savunmasının dayanağı olan maddi vakıalardan bir veya birkaçını kabul, fakat diğerlerini düpedüz inkar ediyorsa, ortada bir kısmi ikrar vardır. Kısmi ikrarda, ikrar edilen kesim çekişmeli olmaktan çıkacağı için, bu kısmın ispatına gerek kalmaz; ancak inkar edilen kesim açısından ise, ispata ihtiyaç duyulur. Hakim, kısmi ikrara dayanarak davanın bütünü hakkında karar veremez. Zira bu tür bir ikrar, inkar edilen kesimler açısından hüküm ifade etmez (Tanrıver, Süha, Türk Medeni Yargılama Hukukunda İkrarın Bölünüp Bölünemeyeceği Sorunu. Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 1993/2 s: 212 vd.).
Somut uyuşmazlığa gelince;
1. Kadın eşin vekili, düğünde 17 adet bilezik (10 gram burma), 17 adet yarım ve 38 adet çeyrek altından oluşan ziynet eşyasını talep etmiştir. Öncelikle iddiada bulunan kadın eş 17 adet ziynet niteliğinde olan bilezik adetinin varlığını ve bunların cinsini, diğer takıların ise örf adet gereği kendisine ait olduğunu veya kendisine takıldığını, sonrada varlığını kanıtlamalıdır.
2. Karşı taraf erkek ise 10-12 adet ve bir miktarda çeyrek altın takıldığını ve on sekiz yıllık evlilikleri boyunca evin ihtiyaçları için harcandığını savunmuştur. Ziynet ve takı eşyasının iadesi konusunda davalı konumunda olan erkek eşin bu savunması tam ikrar niteliğinde değildir. Bu ancak olsa olsa ziynet eşyası olan 12 adet bilezik yönünden kısmi ikrardır. Bir miktar çeyrek altına yönelik beyan ise miktar belli olmadığından ve kime ait olduğu belirlenmediğinden ikrar niteliğinde kabul edilemez.
2. Kadın eş kısmi ikrar dışında kalan ziynet eşyası olan kalan 5 adet bileziğin varlığı ile takı olarak kabul edilen 17 adet yarım, 38 adet çeyrek altının kendisine ait olduğu yanında varlığını da ispat etmelidir.
Sonuç olarak kısmi ikrar nedeni ile sadece 12 adet bilezik çekişmeli olmaktan çıkmıştır. İnkar edilen diğer ziynet eşyası ve takılar için ise inkar edildiğinden ispatı gerekir. Hâkim bu kısmi ikrar nedeni ile davanın bütünü hakkında tümü karar veremez. Özel Dairenin ve çoğunluğun görüşü bu yönde isabetli değildir. İddia edilen ziynet ve takıların tamamına yönelik ikrar bulunmamaktadır. Kısmi ikrara göre yerel mahkeme kararının değişik gerekçe ile bozulması gerekirken, tam ikrar kabul edilerek bozulmasına karar verilmesi yönündeki çoğunluk görüşüne katılınmamıştır.